İnsanlığa Çağrı


İNSANLIĞA ÇAĞRI
Toplumları ayakta ve dinç tutan, insanlar arasındaki ilişkileri nizama koyan bazı dinamikler vardır. Birer denge olan bu dinamikler olmazsa toplum uzun süre ayakta kalamaz. Bu dinamiklerin olmazsa olmazı adalet kavramıdır. Bu kavram her asırda gündemde olduğu gibi asrımızda da en sık kullandığımız kelimelerdendir. Eğer bazı kelimelerin kullanımı sıklaşmışsa bu bir ihtiyaç sebebiyledir. Çünkü bu, toplumsal olarak ulusların, barışa ve adalete ihtiyacının olduğunun ve adaletsizlik yarasına bir merhem aradığının da delilidir. Yeryüzünü ateş topu ve kan gölüne çeviren sömürgeci güçlerin kirli hesaplarını ve hedeflerini gördükçe, direniş cümleleri kurmanın zaruriyet arz ettiği günlerdeyiz. Adalet kavramının geçtiği her meselede barış kelimesinin de ondan ayrı düşünülmeyeceği kesindir. Çünkü barış, adaletin tesisinin tabii bir sonucu olarak, meyvelerin kendini gösterdiği bir olgudur. Bugün neredeyse küçük büyük her devlet, her ulus ortaya adaleti ve barışı sağlayacak kriterler koymaya çalışıyor ve sunuyor. Küresel sorunlar arttıkça artıyor, sunulan bazı çözümler uygulamaya konulsa da pansuman olmaktan öte yarayı kurutmuyor, kapatmıyor. Toplumlara enjekte edilen deneme sistemler çoğunlukla zehirlenmelere yol açıyor.  Kutuplaşmalar, tecavüzler, saldırılar, terör eylemleri, inancından dolayı katletmeler, yurtlarından kovmalar, barış söylemiyle yapılan demokratik zulümler, diktatör nizamların ve onları destekleyen emperyalist güçlerin zulmü… Ve kitleler sakinleşmiyor… Bunun en doğal sebebi ise; insan, insanın maddi ve manevi yönünü yeterince tanıyamıyor. Tohumu, toprağı tanımayan, havayı, güneşi ve bitkilerin özelliklerini bilmeyen bir çiftçinin başarılı olması mümkün olmadığı gibi ilahi yasaları bilmeyen ama buna rağmen toplumun barışını sağlamak, bireylerin ve toplumların adaletini tesis etmek isteyenlerin başarılı olması mümkün değildir. Gerek yerel ve gerekse küresel çapta adalet ve barışın sağlanabilmesi ancak insanın kendi ile olan ilişkisini, insanın insan ile olan ilişkisini, insanın toplumuyla olan ilişkisini ve insanın tabiatla olan ilişkisinin uyum ve barış içerisinde nasıl gerçekleşmesi gerektiği, bunun maddi ve manevi her ilmine vakıf olmakla mümkündür. İnsan, insanı yeterince tanıyıp kusursuz bir adalet ve barış anlayışı ortaya koyamıyor. Çünkü hiçbir insanın bireysel ve toplumsal hayatın nesnel olmayan dayanaklarını kuşatacak bir ilmi yoktur. Bu özellik ise yeryüzünü yaratan, yeryüzünde farklı dillerde, farklı ırklarda, farklı karakterlerde insanlar yaratan Allah’a aittir. Çünkü ancak yaratan yarattığını en iyi bilir ve insan hakkındaki tüm ilimlere vakıf olmakla beraber insanın diğer varlıklarla olacak olan ilişkilerini düzenlemekte ise kusursuzdur. Bunu fark edememek veya unutmak, beşeri ideolojilerle çözüm sunmaya çalışmak küresel anlamda tıkanmalara, çıkmazlara, zulümlere, baskılara ve milyonların kıyımına neden oluyor. Muhakkak insanlardan birisi veya birileri tarafından ilkeleri belirlenmiş beşeri sistemler, bu ilkeleri belirleyenlerin menfaatlerine yönelik olarak işlerlik kazabilirler. Fakat ilahi nizam ise bir kişi veya kişilerin menfaati değil tüm insanların menfaatini gözetir. Zira ilahi nizamı oluşturan Allah’tır ve menfaate ihtiyacı yoktur.
             Asırlardır, birinci kaynaktan gelen İslami fikrin anlaşılmamasının neticesi olarak biz adaletin tesis yollarını ve barışın anahtarlarını yanlış yerlerde arıyoruz. Bugün küresel olarak dünyaya barış getireceğini, özgürlük getireceğini söyleyerek dini, dili, ırkı, statükosu ne olursa olsun, buna bakılmaksızın adaletin kendisinde olduğunu kim söylüyor?
Cevabı biliyoruz… Özgürlük ve barış söylemiyle bugünkü refahı; devam edegelen sömürgeciliği, döktüğü kan, akıttığı gözyaşı ve çektirdiği acılar üzerine kurulu olan Batı…
Hâlbuki adaleti ve barışı yanlış yerlerden beklemek, insanlığa yapılan başka bir zulümdü, başka bir adaletsizlikti. Üstat Aliya’nın deyimiyle “Peki ya Demokrasinin kocaman bir yalan olduğunu gördüğü halde savunanları, hâlâ medeti, kurtuluşu batıdan umup Demokrasi yalanında ısrar edenleri; hunharca öldürülen kardeşlerimiz affedebilecekler mi?” Evet, zulüm ve savaş, zalim ve sömürgecilerin nizamlarıyla son bulup yerini adalet ve barışa bırakamaz…
Dünyanın çeşitli ulusları ve devletleri adalet ve barış için küresel çözümler sunarken Müslüman ülkelerin ve toplumların bu problemler için ortaya koyduğu çözümler kendi öz medeniyetinden ne kadarda uzaktadır. Hâlbuki Müslümanlar bugün dinin bir takım ibadetlerini, güzel ahlakını, sabrı, şükrü konuşurken İslam’ın toplum nizamı, toplumun refahı gibi konularda da büyük bir söz hakkı olduğunu hatta vahyin bir amacının da yeryüzünde zulüm, kargaşa, fitne kalmayıncaya kadar adaleti sağlamak olduğunu unutmuş gibiler ya da unutturulmuş… Dolayısıyla bizim bugün dünyaya sunabileceğimiz yüksek teknolojilerimiz olmaması bizi alçak yapmaz. Çünkü bizim elimizde maddeden çok daha değerli, inşa edilmesi zor, çok daha kıymetli olan medeniyetin, barışın ve adaletin formülleri hala mevcuttur. Hatta yaşadığımız çağın küresel sorunlarından da öte çağlar üstü bir çözüm sunabilir ve bizden sonra da küresel barışın ve adaletin teminatını verecek kadar kuvvetli formülleri gösterebiliriz. Üstelik bu formül denenmiş ve başarıya ulaşmıştır, tarih bunun en reel tanığıdır. Yüzyıllar boyunca küresel boyutta ırkı, dini, dili ve farklılıklarıyla tüm renkleri içinde barındıran, Tevhit çatısı altında dinin, neslin, canın, malın ve aklın emniyette olduğu bir medeniyetin mirasçıları olarak şuan mazlum olarak görülen coğrafyalardan dünyaya adalet ve barış deklarasyonu yayınlayabiliriz. Pakistanlı şair Muhammed İkbal’in de dediği gibi “Bir millet ki Kur’ân’a sahip olsun, sonra isteksiz, zevksiz ve gayretsiz olsun. Hayret, yine hayret, yine hayret ona olsun…” Beşeri ideolojilerin kısıtlı normlarında takılı kalıp, çözümü kendi dairesi içerisinde arayıp durmak son yüz yıldır ne yerel olarak bizi ne de küresel olarak dünyayı kurtarmıyor.  
Müslümanlar, ellerindeki vahiyle dünyaya adalet ve barış bildirisi sunacak umut tomurcuklarıdır. İnsanları kula kulluktan kurtaracak, zalim ve despot düzenlerin tüm dünyayı sömürmesine müsaade etmeyecek, barış söylemiyle özelde Ortadoğu’yu ve genelde Tüm dünyayı sömürmeye çalışan emperyalistlere müsaade etmeyecek ve buna bir çözüm sunacak olan merhametli ve erdemli insanlardır. Bunun farkında olmakla birlikte bunu ertelemek ve geç kalmakla dünya mazlumlarını adaletsizliğe mahkûm etmekteyiz. Yalnızca zulme uğrayan toplumların değil zulmü yapan emperyalist toplumların halklarına da adalet ve barış gereklidir. İnsanlığından uzaklaştırılmış, ruhsuz, dinamikliğini kaybeden, materyalistleşen batı toplumunun da kendisiyle, toplumuyla, tabiatıyla, farklı gruplara sahip insanlara bakış açılarıyla barışçıl olabilmesi için de Tevhit’in sağlayacağı birlik, beraberlik, hürriyet ve medeniyet gereklidir. Yalnızca kendi toplumu için istenen adalet, adalet olmayacağı gibi adaletsizliği üretenlerin toplumları, halkları için de ıslah edici, barışı sağlayacak bir kriter olmalıdır. Bunun yolu ise intikam almayan bir medeniyetten geçer. Yine Üstat Aliya’nın dediği gibi “İntikam peşinde koşmamalı, sadece adaleti aramalıdır. Çünkü intikam sonu olmayan kötülüklerin de kapısını açar. Geçmişi unutmayın ama onunla da yaşamayın.”
Biz de zalimlerden olursak, zulme karşı savaşmamızın bir anlamı kalmaz…
Hayalini kurduğumuz geleceğin hayallerde kalmaması için artık duvarda asılı duran, işlemeli örtülerden çıkarıp hayatın içine karıştırmamız gereken vahyi artık yeryüzüne nakşetme hedefimiz olsun…
            Tüm bunlar ortaya konulurken öncelikli eylem ve aksiyon eğitimli bir nesil yetiştirme gayreti içine girmek olmalıdır. Değişimlerin hepsi eğitimden başlayıp özünde ahlaki bir çağrı barındırmıştır. Çünkü eğitilmiş nesiller ancak, barışçıl ve adaletli davranmaya yatkın ve düşkün olacaktır. Asırlardır elimizde olan ilacı fark edemememizin ve dünyaya sunamamamızın en önemli problemlerinden biri de eğitimsizlik veya yanlış eğitimdir. Vahye ilk muhatap olan saadet ehlinin eğitimi gibi bir eğitimden geçmedikçe ve geçirmedikçe küresel anlamda ilerleme kaydedemeyeceğiz… Çünkü gerçekleşmesi istenen her ne ise evvela insanların ruhlarında gerçekleşmek zorundadır. Bu ise ancak eğitimle mümkündür. Sınıflaşmalara, ırkın üstünlüğü kavgasına, kutuplaşmalara son verme ve farklılıklarıyla bir arada olma erdemine başka türlü bir metotla erişemeyeceğiz. Bunu ise zulme rıza göstermeden, boyun eğmeden, mevcuda itaat içinde olmadan, değerlerinden taviz vermeden ve saldırgan olmadan ilerleyenler ancak gerçekleştirebilecektir. Cesur, merhametli, tavizsiz ve onurlu bir duruş sergileyen eğitimli öncü nesiller…
Dünyadaki hiç kimse bir insanın, kurumun ve sistemin menfaatleri için onların boyunduruğu altına girmekten, onun dilediği gibi yaşamaktan hoşlanmaz, bu fıtratına aykırı bir durumdur. Çünkü insan değerli, şerefli ve onurlu bir varlıktır. Bu tüm dünyadaki insanlar için geçerlidir. Bireylerin ve toplumların bir arada barış içinde yaşayabilmesi ve aralarında adaletin sağlanabilmesi, tüm insanlığın yaratıcısı olan ve onları en iyi tanıyan, hiçbir menfaate ihtiyacı olmayan Allah’ın yeryüzüne göndermiş olduğu Tevhit inancının uygulanması ile mümkündür. Vahiy, son iki yüz yıldır kanun otoritesini kaybetmiş ve bir nesne olarak ezberlenen, dinlenildikçe rahatlanılan, az okunup çok ezberlenen bir kitap haline dönüşmüştür. Bir medeniyet inşa ettiği, tüm farklılıklara rağmen küresel anlamda adaletin ve barışın yüz yıllarca kaynağı olduğu, toplumsal nizamı sağlayacak olan rehber olduğu unutuldu… Oysa Tevhit, teorisi ve pratiği ile birlikte yaşanmış ve yaşanabilir bir medeniyettir. Tüm ırkları ayırmaksızın tek bir çatı altında toplayan inanç sistemidir. Farklı dillere sahip toplumları tek bir değerle bir arada tutmayı başaran sosyal bir sistemdir. Dini, dili ve ırkı ayırmaksızın tüm toplumları kapitalizmin zulmünden de kurtaracak olan ekonomik bir sistemdir. Farklı dinlere mensup toplumları çatısı altına alan, adaletle içinde barındıran, onlara adaletsiz davranmayı yasaklayan hukuki bir sistemdir. Çünkü İslam’ın olduğu yerde kayıtsızlık yoktur.  Bugün Müslümanların, bunu gerçekleştirilemeyecek bir rüya olduğunu söyledikleri zaman, aslında onlar sadece hissettikleri güçsüzlüklerini ifade etmektedirler. O imkânsızlık ise dünyada değil kendi kalplerindedir… Bütün hayal kırıklıkları ve yenilgiler içinde İslamî yeniden doğuş, dünyanın geniş alanında umut ve çıkışın adıdır… Ve hayat, ütopya zannedilen değerlerin hayallerini kurmakla değişime başlar…
Unutmayalım: Bir hayali bir kişi düşlediğinde o yalnızca hayaldir ama birden çok kişi düşlediğinde o artık hayat bulan bir cana dönüşmüştür…
ZÜLEYHA YARDIMCI



Yorumlar

Popüler Yayınlar